“Dedem 16. Biyakov nam Meddah Haşmet Baba’nın ardından ben 17. Biyakov olarak onun yerini, fesi ile bastonunu ve mendilini devralıyorum. İnsanların gönüllerinden inancın son kırıntılarının süpürüleceği ve şehirlerin, eskilerin rabıtalarını hafızalardan sileceği güne kadar bu kadim vazifeyi eda edeceğime çıraklarım ve Allah Celle Celâlühû’nun huzurunda yemin ederim.” dedikten sonra elini Meddah Haşmet Baba’dan kalma Kur’ân-ı Kerîm’in üzerinden çekti. Gözleri, yaştan bulanık görüyordu vakfın taş duvarlarının arasında uzanan yarı aydınlık koridorları. Gözleriyle değil zihniyle ilerledi. Ezbere bildiği yollardan ağır ağır ulaştı Haşmet Baba’nın hususi odasına. Yapılacak işler birikmiş, çoğunun zamanı geçmişti bile. Artık yalnızca şahsına hizmet edecek olan, her yanı farklı hatıralarla dolu bu odada geçirdiği hakikatte birkaç dakika, hissiyatta ise birkaç asırlık bekleyişin ardından yavaş yavaş evrakları karıştırmaya başladı. Takvime baktı gözünün ucuyla, Ocağın 27’siydi. Yeni yıla gireli daha 14 gün olmuştu. Trabzon’a gidecek çıraklar cenaze yüzünden gidemediler diye hayıflandı kendi kendine. Ardından tekrar dosyalara daldı. Geçtikleri seneye ait kalınca bir dosyanın içerisindeki, aylara göre istiflenmiş daha ufak dosyalara göz gezdirdi. Birinci dosya Kalandar Ayı’na aitti. Kocakarı aylarının birincisi. En kalını da buydu. Dosyanın ilk sayfasında uzunca bir liste vardı. Bir tarafta inançlar, ortada yer adları, en sonda da tarihler... Her biri Haşmet Baba’nın el yazısı ile yazılmış. Bir sonraki sayfada hesaplar vardı. Giderler, kaynak ve fonlar, hangi iş için ne kadar ödeme yapıldığının kayıtları yer alıyordu. Her biri için yapılan ödeme tutarının, ne kadarının bakanlık fonundan ne kadarının vakıf gelirlerinden ödendiği birer birer kayıt altına alınmıştı. Bir kez daha çevirdi sayfayı. Bu sefer aylık hava tahminlerine ait bir liste vardı karşısında. Özellikle şehir şehir, nerede ne zaman sis bastıracağı, hangi şehirleri fırtına vuracağı yazılıydı birer birer. Bir arka sayfada aylık güneş ve ay tutulması takvimi vardı. Sayfa sayfa incelerken dosyayı tüm liste ve tutanakların ardından nihayet raporlara gelmişti sıra. Üzerinde “Kara Koncolos” yazan kâğıtları titizlikle poşet dosyanın içinden çıkartıp okumaya başladı.
“13 Ocak 2018 günü Trabzon, Kayseri, Tokat ve Rize havalisinde kırsalda ve köy yollarında kara boya sürünüp kara paçavralar giyinip elinde demir bir tarakla dolanmak üzere her bir vilayet için yedişer nefer olmak üzere yirmi sekiz çırak gönderilmiştir...
… Yol mesarifi ve biletleri ve cep harçlıklarıyla edevat, libas ve teçhizat giderleri ektedir.” Bunu okuyunca gülümsedi kendi kendine. Yaptıkları işe değil, dedesi Haşmet Baba’ya güldü. “Tıpkı konuştuğu gibi antikaca yazıyormuş.” dedi içinden. Gözyaşları ağzına giriyordu. Dudaklarından süzülen tuzu tadarken dili, o günü hatırladı. Karanlık gecenin kendisiymişçesine usul usul yayla yollarında dolandı zihni. Karadeniz’in tuzlu kokusunu, buz gibi havayla beraber doldururken ciğerlerine, titreyerek kendine geldi. Daha ne yolunu kestiği adamları ne de onların kara dolu cevaplarını hatırladı.
Kâğıtları usulca yerine yerleştirip bir sonraki dosyaya geçti. Küçük Ayı dosyası inceydi. Yalnızca bir iş vardı dosyada. Başındaki listelerde de yalnızca bir tane görev ve ona ait kayıtlar vardı. Dosyayı açıp ona usulca göz attı. Üzerinde “Hayalet Gelin” yazıyordu.
“21 Şubat 2018 günü Balkanlar üzerinden Trakya havalisinde peyda olan kesif bir sis sebebiyle evvelinde tespit edilmiş köprü ve ormanlık arazilerde ve mezarlıklarda gelinlik giyinerek yolculara görünmek ve dolanmak üzere cem’an altı nefer çırak gönderilmiştir. Yol mesarifi…” hatırlamak istemeyeceği görevlerden biriydi bu da. Haşmet Baba’nın el yazısı olmasa, meddahlığın bir türlü alışamadığı yönünü, zenneliğini aktaran bu raporu çoktan yırtıp atardı.
Saatler boyu devam etti okumaya. Hem ağlaya hem güle yarısından çoğuna iştirak ettiği bu görevleri tekrar tekrar okudu. Ağustos sıcağında Kaz Dağları’nın tepesinde ateş yaktığını okurken terledi. Gecenin ayazında ay tutulması için teneke çalmaya çıktığını okurken titredi. Iğdır’da, dağ köylerinde ahırlara gizlice girip at yelesi ördüğünü okuyunca ürktü. Hem dedesi Haşmet Baba’nın çabasına hayret etti hem de kendi kendine düşünmeden edemedi. “Neden biz bu işi yapıyoruz?” Bunu düşünerek elindeki kâğıtları dosyaya yerleştirmeye çalışıyordu ki bir zarf sıyrılıp düştü kâğıtlar arasından kucağına. “17. Biyakov’a” diyordu zarfın üzerindeki yazı. Yanında bir tarih ve imza vardı. “7 Ocak 2019-Haşmet”. Dedesi Haşmet Baba’nın belki de yazdığı son şeydi bu. Burnunu ve gözlerini masanın hemen başındaki sahte Hızır cüppesine sildi. Cüppenin sağ kolundaki kemiksiz takma el, eline değince her zamanki gibi yine ürperdi ama umursamadı. Açacağa bile ihtiyaç duymadan dişleriyle kopardı mührü ve zarfı açtı. Uzunca bir selam, salat ve saygı sözcükleri bir bir yuvarlanıyordu dedesinin antikaca diliyle mektubun satırları arasında. Yüzyıllardır ailesinin bu mesleği yaptığını anlatıyordu mektubun devamında. Bunlar belki de ailesinin bu işi yaptığı yıl adedince dinlediği hikâyelerdi zaten. Bu çatının altında olup da bu vakfın Sultan Selim döneminden beridir yenileşme çabalarının halkın değerlerini yok etmemesi için çalışmaları üzerine büyük büyük dedelerine hibe edildiğini bilmeyen yoktu. O ferman bile hâlâ yanı başlarında, çerçeve içinde duvarda asılıydı. Nihayet mektubun devamı, sorularına cevap verir gibi oldu. Sayfanın sonlarına doğru Haşmet Baba bahsetmeye başlamıştı batıl inançların ne demek olduğundan. Toplumun hafızası, önlemler filan diyordu ki sayfa bitti. Arka sayfada sadece kocaman bir gözlü he ve elif vardı. Dedesi gülüyordu ona. Yalnızca gülüyordu. Kocaman harflerle hem de kahkahayla. Yılların Meddah Haşmet Babası mezarında kıs kıs gülerken ona, bu hâline daha fazla dayanamadı, mektubu atıverdi elinden. Dişlerinin arasındaki mum parçalarını diliyle ayıklamaya çalışırken gözü de zarfa takıldı. Zarfın içinde bir karartı vardı. İç çeperi de normale göre daha renkli duruyordu. Hemen eline aldı. Bu sefer bir açacak yardımıyla yavaş yavaş açtı zarfın katlarını. Karşısında bir hüsn-ü hatt levhası öylece duruyordu. Altında yine aynı imza vardı. “Haşmet”. Çat pat okudu Arabî harflerin ahenkli birleşimini ve kâğıt üzerinde dans eden kamışın Hızır misali bastığı yerde çıkan yeşil çimenleri andıran o yeşil mürekkepten hâsıl yazıyı.
“Zarf olmasaydı kim anlardı
Mektubun mektup olduğunu”
O anda başından aşağıya kaynar sular boşaldı. Yıllarca bir meddah hikâyesinin peşinden koştuklarını zannettiği bu iş, bu topluluk, bu vakıf aslında insanlara zarf veriyordu. İçini doldurmayı insanlara bırakıyordu. İnsanların inançlarını, hayal güçlerini, hayal dünyalarını kurtarıyordu dedesi ve onun dedesi ve filanca zaman yaşayan dedesi. Bu zamanın yeni yetme gençlerini esir alan illet… Başkasının hayallerini yaşama, oynama, okuma illetinden kurtarmaya çalışıyordu her birini. O zaman anladı ne yaptığını. Kendi kendine “Bizler zarf veriyorduk insanlara; onlar da hayallerini, inançlarını, toplum hafızalarını dolduruyorlardı onların içlerine. Hem onların hayallerini diri tutuyorduk hem de hayallerini besleyen inançları.” dedi.
Comments