“İnsan insanın kurdudur” derler, Latince “Homo homini lupus est” olan bu sözün esasında “İnsan tanımadığı insanı kurt gibi görür” gibi anlamlandırmak daha doğru olacaktır. Bir yabancı insan ancak vahşi doğadaki kurt gibidir çünkü, temkinli yaklaşırız onlara, her an dövüşmeye veya kaçmaya hazır…
Bir de naçizane benim bir sözüm var arkadaşlar arasında, galiba ilk kez Bleda ağabeyim için yazdığım ama henüz yayınlamadığım bir şiirde anmıştım bu sözü, “Şair şairin yurdudur” demiştim. Ben henüz yirmi üç yaşında şiir dünyasında kendisini kaptırmış olduğu büyük olma arzusunu, kavga isteğini ve “tamamlık” iddiasını bir kenara bırakmış, artık yalnızca şiir yazmak isteyen bir genç olarak bu kadar kaotik, hamaset ve kibir dolu bir camianın içinde yaşanmış güzel bir hikaye anlatmak istedim sizlere ki söylediğim bu söz manasını bulsun. Bu hikaye, manevi ağabeyim Bahadırhan Dinçaslan’la olan ağabey kardeş bağımızın hikayesidir.
Yaşı kemale ermemiş şair kendine istese de istemese de daima bir koltuk arar. Öyle ki şairler beylik lafların beyleridir, ayakta laf söylemek yakışmaz. Bugün de aşağı yukarı aynı arzuları görüyorum, genç yaşındaki her şair kendine bir pozisyon bulmaya çalışıyor, ben de öyleydim. Fakat ben koltuğun şöyle veya böyle kayırmacılıkla, araya adam sokmayla yahut yalakalıkla alınmasından veya doğru tabirle verilmesinden hazzetmediğim için bana göre kayda değer şiirlerimi yazdığım ilk üç, dört yıl boyunca ne bir yere ne de bir kimseye şiir göndermedim. Şiirimi teslim etmeye ve yorum almaya layık bir yer veya şair var mıydı, bunu düşündüm. Bir koltuğa oturacaksam şiirlerimin gücü buna yeterdi, onlar zaten beni ya oraya götürür ya da götürmezdi, öyle değil mi?
Kendime doğru bir eğitim müessesi arıyordum. Şairin eğitilebilir olduğunu zannetmiştim. Bu süreçte galiba ilk kez Dergah önerildi bana, gönderip göndermediğimi hatırlamıyorum ama buraya pek ısınmadığımı özellikle hatırlıyorum. Sonrasında da Genç Sanat’a yani bugünkü bize göndermiştim ilk şiirlerimi. Enver ağabeyin cevabını okuyunca mutlu olduğumu, hemen dostlarıma haber verdiğimi hatırlıyorum, ilk şiirim yayınlandığında da bu heyecan devam ediyordu fakat bir eksik vardı. Enver ağabey esasında öykücüydü ve o şiirin sesini duysa da benim öyküyü anlamam için ne kadar çaba sarf etmem gerekiyorsa onun da şiiri anlamak için o kadar çaba sarf etmesi gerekiyordu, takdir edersiniz ki bu bazen zor bir süreçtir. Benim kalemini gerçekten beğendiğim ve şiirlerimi hakkıyla yorumlayacak, en azından bir kelam edecek hakikatli bir şaire ihtiyacım vardı.
Aslında bu aşamada aklıma birkaç isim gelmişti ancak Bahadırhan ağabey benim için çok çabuk bir şekilde doğru tercih olarak belirdi, kendisinin şiirini iyi biliyordum ve “iyi” biliyordum. Bunun dışında bir dostumun davetiyle -sanırım İskender Hoca ile beraber organize ettikleri- “milliyetçi gençler olarak ne yapabiliriz” konulu buluşmasına da katılmaktan son anda vazgeçmiştim, dolayısıyla fikir dünyasının bana uzak olmadığının da farkındaydım. Şiirlerini paylaştığı blogunu bu düşüncelerin çok öncesinde de takip ediyordum ancak bu karar aşamasında dikkatle sadece onu okudum ve onun doğru kişi olduğuna kanaat getirdim. 18 Nisan 2020 tarihinde kendisine bir e-posta yolladım:
“… Ben şu an on dokuz yaşından çıkmasına iki ay kalmış bir üniversite öğrencisiyim. Şiir karalamaya on dört yaşımda lisedeki bir hocamın verdiği bir ödevi teslim etmemin akabinde onun ısrarı ile başladım. O günden uzun zaman sonra öğreneceğim bir Baudelaire sözünü şiar edinmişim kendime. Sanatı üzerine düşünen sanatkâr meselesine dair olan sözü. Daima tartmaya çalıştım kelimeleri, her hissi yeni bir mısranın kılığına sokmaya çalıştım…”
Böyle bir takdimin peşine onu nasıl tanıdığımı, şiirlerini nasıl bulduğumu anlattım ancak Bahadırhan ağabeyim benim övgümden daha iyilerine layık olduğu için onları buraya almıyorum, e-posta şöyle bitiyordu:
“Nihayet, son sözüme geldim. Ağabey, ben hayatı dramatik yaşayan ve yoldaşlığa inanan biriyim. Bugüne kadar sanat noktasında yoldaşlık edebileceğim, hayat noktasında ağabeyliğimi yapacak ne kalitede ne de azimde birine rast gelmedim. Ne saçmalıyor bu çocuk diyorsan pek haklısın ağabey, ancak şiirlerimi atmadan evvel tüm konuşmayı bağlayacağım söz şu ki:
Taleben olabilir miyim ağabey?”
Gerçekten dramatik biriyim… İletişim bilgilerimi de paylaşıp e-postayı sonlandırarak Bahadırhan ağabeye iki proje fikri, bir İngilizce şiir ve yedi Türkçe şiir gönderdim. Gece boyunca bu e-postayı hazırlamıştım, çok iyi hatırlıyorum salondaki tekli koltuktaydım, sabaha kadar bir şarkı dinleyerek neyi nasıl yazsam da nasıl anlatsam diye düşünmüştüm, çok heyecanlıydım. E-postayı gönderir göndermez uyuyakalmıştım, ikindi saatlerinde uyandığımda hiç beklemediğim bir hızda cevap gelmişti. Cevabın övücü olan ilk kısmını yine sizden esirgeyeceğim zira övgü dostların mahremidir, yine de şöyle demişti mesela Bahadırhan ağabey o övgünün peşine:
“… Yalnızca İngilizce şiir yazmamanı rica edeceğim. Kötü olduğundan değil; Türkçe şiirini keskinleştir. İngilizceye sonra başla, önce çok uzun bir süre İngilizce şiir oku, Türkçe hakimiyetini bu dile tam anlamıyla aktarabilecek hale gelmeye başladığında denemeler yap. Yoksa Türkçeni ve Türkçe şiirini bozabilir, bunu korumacı bir içgüdüyle söylüyorum, eleştirerek değil.
Vezne sadık kalırken, vezin yokmuşçasına akan şiirler yazmak. Meselemiz bu olmalı, sen bu konuda epey yol kat etmişsin. Tekrar ediyorum, çok heyecanlandım! Banarlı'nın olmalı, yahut onun Yahya Kemal'den alıntıladığı bir tarif: Vezin iskelet gibidir. Kemiğin görünmesi iyi değildir. İlk paragrafta şiire has duygu ve düşünceyi, içli görüşü ve belki ilhamı haiz ama şekil şartlarını yerine getiremeyenlerden bahsetmiştim. İkinci cins de çoktur: Vezne hakim ama kumaşı zayıf. Sen bu ikinci sınıftan da değilsin…”
Ve o da e-postasını tamamlarken neden doğru kişiyle iletişim kurduğumu bana büyük bir ders vererek ve sanata bakışımı kökten değiştirerek ispatladı:
“… Talebelik işine gelince. Sanat şahsi ve muhteremdir, hocalık-talebelik ilişkisine imkan vereceğini düşünmüyorum. Ancak şairler sohbet edebilir, benzer ruh ve duygu iklimini paylaştıklarından beslenebilir, yoldaşlık edebilir; bunu seve seve yaparım.
… telefon numaram, ancak e-postayla yazışmayı tercih ederim, böylesi daha sağlıklı ve faydalı. Yeni şiirler yazdığında, özellikle, benimle paylaşmanı rica ediyorum.
Şimdilik kendine iyi bakasın, selamlar, sevgiler.”
E-postayı okumayı bitirdim, donmuştum. Şiirim kıymet görmüştü hem de görecekse görmesi gereken ilk kişiden. Biraz sonra bir tweet düştü önüme, Bahadırhan ağabey e-postayı tamamlamadan önce atmış:
“Çok heyecanlıyım. Genç bir şair keşfettim. Çok yetenekli, çok iyi! 10 yıl sonra adından çok söz ettirir, gönderdiği şiirleri okuyunca ona cevap yazmadan önce tweet attım, o kadar heyecanlandım. İsmi Mevlüt Kaan Akçatepe. Aklınızın bir köşesine kazıyın bunu.”
Devam eden süreçte Bahadırhan ağabeye birçok şiir gönderdim, gönül okşayıcı ve gerçekçi tespitlere dayalı tenkitler aldım. En çok da Manzum Meal denemelerine aldığım yanıtlarla vakit geçiriyordum, defalarca okuyordum bir cevabı, misal birine şöyle cevap vermiş:
“<Açıp genişletmedin mi sadrımı sen de benim> demiştim bir zaman. Pek severim bu sureyi.
Yine çok başarılı bir tercüme, gönülden tebrik ederim. Anlamı tahdit etmeden manzum hale aktarmak gerçekten büyük iş. Fakat bir nevi "challenge" olarak şunu önersem: Bir de surenin orijinalindeki kafiye örgüsüne sadık kalmayı denesen? Bütün surelerde değil ama, özellikle kısa surelerde bir kafiye örgüsü vardır, biliyorsun.”
Bu ve benzeri besleyici sohbetlerle beraber aradan epey zaman geçti, sohbetimiz koyulaşarak devam etti. Belki bu süreçte onlarca şiir gönderdim Bahadırhan ağabeye, bir kısmına kısa bir kısmına uzun geri dönüşler aldım ve tabii bazılarına da alamadım, bunları burada paylaşmak hem yazıyı uzatır hem de zaten gönüller hoş olsun diye deştiğim mahremiyeti tamamen yok eder, devam edelim. Hasılı, bir süre sonra o da tek tük de olsa şiirlerini benimle paylaşmaya başladı. Gerçekten kıymeti ölçülemez bir dostluk büyüyordu benim nazarımda. E-postadan bir altı ay sonra kadar Avcılar’a dostlarıyla buluşmaya geldiğinde ben de orada bulunmuştum. Dönüş yolunda yabancısı olduğum yollarda sürünmeyeyim diye Avcılar’dan Kartal’a kadar arabasında misafir etti, karakter olarak epey benziyorduk, benzemesek de dert değildi zaten. Hayallerimden daha derinlemesine bahsettim, o da huyu olduğu üzere epey atıf yaparak şiire dair aklıma kazınacak sözler söyledi. Sanki D-100 karayolunda değil de şiir diyarına yolculuk yapmak gibiydi o bir saat benim için.
Bir gün, Bahadırhan ağabeyin şiir kitabının Ötüken Neşriyat’tan çıktığını gördüm. Görür görmez heyecanla WhatsApp’tan bir mesaj yazdım "Ağabey hayalim olan yayınevinden kitabın çıkmış, tebrik ederim, büyük bir heyecanla elime geçeceği günü bekliyorum” nevinden bir mesajdı. Evet, bir gün kitabım yayınlanırsa yayınlanacağı yer ya Yapı Kredi Yayınları yahut Ötüken Neşriyat olsun diye hayal ederdim. Bu mesaja “Sağolasın sevgili dostum, daha güzeli sana olacak” şeklinde bir cevap aldım.
Aradan on gün geçti, Bahadırhan ağabey, Türkçe yazdığım “Sual” isimli şiirimin İngilizceye çevirdiğim “The Question” hâlini “Bu kimin şiiri?” diye bana sordu. Sonra da TamgaTürk’te hakkımda yazdığı yazıyı benimle paylaştı. “Milenyumun Büyük Şairi” demişti bana, nasıl onur duyduğumu size asla anlatamam, asla. Hemen peşine kısa bir sohbet oldu, aradan bir iki saat geçmişti ki Bahadırhan ağabey “Dostum şiirlerini bir dosya hâline getirir misin” diye bir mesaj attı, detayları konuştuk ettik ve benim onu aylarca sıkboğaz edip dosyayı tamamlayacağım süreç başlamış oldu. Bu süreçte mesajlaşmalar ve e-posta trafiği devam etti. Dosya nihai hâline geldiğinde ağabeyim nihai yorumunu da şöyle yaptı:
“Sevgili dostum,
Aşk Manastırı senin çıkış şiirin olacak - gençlik döneminin karakteristik ve en güzel şiiri. Bir şairin doğuşuna tanıklık ediyor olmak benim için muhteşem bir his, payım olduğunu söylemen ayrıca mutlu ediyor beni.”
Yine de ben bu güzel hislerden çok dosyanın okurun ilgisini çekip çekmeyeceğini düşünüyordum, bu yüzden kitabın konsepti hakkında daha detaylı bir fikir almak ve “başarımdan” emin olmak istedim, şöyle demişti ağabeyim:
“Konsept fikrin gayet güzel, üstelik bu meselede hakikaten kimseye bir şey demek düşmez. İncelikli olmak iyidir ancak sen sanatçısın, bu meselelerde "ben ne istiyorum?" diye sormalısın, nasıl olur, olur mu, vs. diye değil.
Sen word dosyasını hazırlamaya başla, bir an evvel yayınevine gönderelim.
Sevgiler, selamlar.”
Şubat 2021’de başlayan süreç böylece Temmuz 2022’de bitti ve Sada, hayalim olan Ötüken Neşriyat’tan çıktı.
Maalesef büyük bir beklentiye sahiptim ve beklentim şiir sevgimin önüne geçtiği için bu süreç tam bir mağlubiyetle sonuçlandı. Şiiri salt bir başarıya indirgemiştim, nitekim şiirim de bu bakış açım sebebiyle dikiş tutmuyordu artık. 2023 itibariyle ne kadar tersini söylesem de şairliğime inanmayı bıraktım fakat ne zaman bir şiir yazsam ve biriyle paylaşsam yapılan iyi veya kötü bir yorumun peşine şu kelimeleri okurken buldum kendimi:
“Çok heyecanlıyım.”
“Genç bir şair keşfettim.”
“Çok yetenekli, çok iyi!”
“İsmi Mevlüt Kaan Akçatepe.”
“Aklınızın bir köşesine kazıyın bunu.”
Nasıl oldu da şiirini böylesine sakınan, yalnızca Bahadırhan ağabey gibi şiirini yalnızca beğendiği insanlara açan biri olmaktan çıkıp kamu malı etmiştim kendimi, hem de isteye isteye… Burası benim için hâlâ muamma, kaldı ki artık bunları da düşünmüyorum, kabuğuma tekrar çekilerek şiirin öz lezzetini tekrar tatmak istiyorum.
Peki, tüm bunları niçin anlattım? Bahadırhan Dinçaslan’a manevi ağabeyim diyorum çünkü hakikaten öyle görüyorum, birçok açıdan benzediğimiz kadar birçok açıdan da benzemiyoruz. Tüm bunların ötesinde en hassas konularda bile gırgır şamata münazara ettiğim için -ben onun seviyesine pek yaklaşamıyorum da lafın gelişi ediyoruz dedim- benim ona karşı duyduğum muhabbet -teşbihte hata olmaz derler- Muhammed peygamberin amcası Ebu Talib’e duyduğu muhabbete en yakın muhabbettir. Sanırım bu söz birçok şeyi açıklamaya yeter, yetişmemde emeği geçmiş, beni istese de istemese de büyütmüş, üstelik en meşgul olduğu zamanlarda bile vakit ayırmış ağabeyimle olan bağımı sizlere, bilhassa şiir yazan insanlara anlattım ki şiir diyarında asıl saadet ve başarının gerçekten şair bir dosta, bir ağabeye veya kardeşe sahip olmak olduğunu siz de hissedebilin istedim.
Comments